Gece ve Sis filmi, İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinin 10. yılında özel olarak İkinci Dünya Savaşı Komitesi tarafından, yönetmen Alain Resnais’in çekmesi istenilen ve Nazi Toplama kamplarında yaşanılan felaketi gözler önüne süren, 1955 tarihli Fransız yapımı bir toplumsal belgeseldir.
Orijinal adı Nuit et brouillard olan, yönetmenliğini Alain Resnais’in yaptığı, senaristliğini Chris Marker ve Jean Cayrol’un yazdığı 32 dakikalık Gece ve Sis filminin fragmanı aşağıda yer almaktadır.
Gece ve Sis Filmi Fragmanı
Filmin yaş kısıtlaması için fragmanı burada yayınlayamıyoruz. Linke tıklayarak YouTube üzerinden fragmanı izleyebilirsiniz.
Bu yazıda, Imdb puanı 8.6/10 olan Gece ve Sis filminin konusundan bahsedilerek genel film incelemesi yapılacaktır.
Gece ve Sis Filmi Konusu
İkinci Dünya Savaşı’nın 10. yılında, Alain Resnais, İkinci Dünya Savaşı Komitesi’nin isteği üzerine, Nazi Toplama Kamplarını, oralarda yaşanan vahşeti, insanlık kavramıyla yan yana gelemeyecek eziyetleri, tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriyor. Bu kamplar, Orianenbourg, Auschwitz, Dachau, Ravensbruck, Belsen, Neuengamme, Struthof… Bizim sadece isim olarak okuduğumuz bu kampların her biri, insanlığın duyulmayan çığlığını taşıyor…
32 dakikalık bu belgeseli izlerken, ‘’Bu kadar vahşet değil 32 dakika, 32 saat bile olsa anlatılamaz.’’ diyorsunuz. Her bir cümlesi ayrı bir trajediyi anlatıyor bizlere. Bunu daha iyi anlayabilmek için, filmin sahnelerinden bahsetmek daha doğru olacaktır.
Gece ve Sis Filmi Analizi
İlk sahnede, kamplardan birinin şimdiki halinin görseliyle karşılaşıyorsunuz. Her yer yeşillik ve müthiş bir sessizlik... Ancak ne o sessizlik orada vahşeti yaşayan insanların çığlıklarını kapatıyor ne de yeşillik o insanların kemiklerinin toplanıp atıldığı o toprakların üstünü örtüyor. ‘’Kanlar kurumuş, diller susmuş.’’ cümlesi arka fonda…Tam olarak böyle aslında. O insanların kanları kurudu, üzerinden seneler geçti, her birimiz unuttuk. Artık oralara gidilip sadece fotoğraflar çekiliyor. Kimse, orada yaşanan acıyı düşünemiyor. Belki de olayın üstü o kadar çok kapatıldı ki, her şeye duyarsızlaştığımız gibi buna da duyarsızlaştık. En çok hatırlamamız gereken olaylardan birini, beynimizin en ücra köşelerine attık. O kamplar, bizim için bir fotoğraf karesi olarak kaldı.
İnsanların toplandığı, değersiz bir parçaymışcasına tıkıştırıldığı trenlerden, etrafa attıkları bakışlara bakınca çaresizliği iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Hepsi, nereye götürüldüklerini bilmeden, neye gittiklerini bilmeden bir yolda gidiyorlar. Ölüm treninde olduklarını bilseler bile oradan çıkıp gidebilirler miydi? Hayatları başka bir yolda yazılabilir miydi? Bu sahnede film, bunu düşündürüyor.
Kamplara getirildikleri sahnelere gelince, asıl vahşet görüntüleri başlıyor. Bütün işler mahkumlara yaptırılıyor. Bir nevi kendilerine işkence yapılacak yerleri kendi elleriyle inşa ediyorlar. Krematoryumlar tam bir küçük şehir halinde yapılmış. Hastanesinden tutun, geneleve kadar birçok yer var. Hastane dedikleri yer sanıldığı gibi, mahkumların tedavisinde kullanılan bir yer değil. Korku filmlerine konu olabilecek türden doktorlar ve hemşireler var. İnsan yapılanları görünce, keşke kurgulanmış bir film olsaydı diyor. Hastanede, büyük ilaç firmaları, mahkumları denek olarak kullanıyor. Hem ürettikleri zehirleri hem de henüz hiçbir faydası tespit edilmemiş ilaçlar onlar üzerinde deneniyor. Kimi ölüyor, kiminin vücudu yanıyor.
Genelevde ise, diğer kadın mahkumlara göre daha bakımlı olan kadın mahkumlar çalıştırılıyor. Aslında belgeselde verilen bu detay, bize o dönemde ve o koşullarda bile kadınlara olan bakış açısını yeterince veriyor. Tek ortak noktaları, orada bulunan diğer herkes gibi sonlarının ölüm olması... Sonları ölüm olmayan birkaç insan olsa da onlar da hayatları boyunca damgalı olacaklar. Çünkü insanlar kamplara sokulurken, hepsi hiyerarşiye göre damgalanıyor. Ne tuhaf ki, ölüm kokusunun buram buram yükseldiği bu yerde bile bir hiyearşi var. Belki de bu detayda Hitler’in o dönemde insanları hiyearşik olarak sınıflandırılmaya ne kadar alıştırdığını ve zorladığını görüyoruzdur.
İnsanlar ölüme götürülürken mutlaka bir senfoni orkestrası orada oluyor. Bu yaptıkları vahşetin güzellemesi değil de nedir?
İşte Resnais, bize belgeselin her saniyesinde bunları sunuyor. Hiçbir zaman gerçekten anlayamayacağımızı da üç cümle de bir mutlaka belirtiyor. İnsanların unuttuğunu, hafızasının bulanıklaştığını, belleksiz hale geldiğini vurguluyor. Özellikle ilk sahnede kullandığı hareketli kamera görüntüsüyle ve arka fondaki müzikle, ortamın o an huzurlu bir ortam olduğunu gösteriyor. Ancak bir anda sabit kamera hareketiyle geçmişten bir sahneye gitmesiyle oranın sandığımız kadar huzurlu bir yer olmadığını anlıyoruz. Bu kamera hareketlerinin bir arada kullanılması, arşiv ve yeni görüntülerin bir arada verilmesi geçmişin suçlarının şu anda da burada hüküm sürdüğünü ancak insanların belleksiz hale geldiği için bunun üzerinde de durmadığını en gerçek haliyle bize sunuyor. Hitlerin ve Himmler’in alt açıdan çekildiğini görüyoruz, bu da bize olaydaki üstün karakterleri veriyor.
Kamera hareketlerinden de anlayabileceğimiz gibi aslında bu belgesel bir toplumsal belgeseldir. Bill Nichols’ın dediği gibi; ‘’Her film belgeseldir. İki ayrı dalı vardır. Bir tanesi arzu gideren belgeseller, ikincisi sosyal temsil belgeselleri.’’ İşte bu belgesel tam olarak bir sosyal temsil belgeseli. Ayrıca Nichols, belgesel sinema türlerini kendi içinde sınıflandırmıştır. Gece ve Sis, bu sınıflandırmada ‘’şiirsel anlatım’’ içerisinde yer alır. Çünkü filmde bize, görselleriyle, kurgusuyla ve müziğiyle harmanlanmış bir duygu verir. Bittiğinde, bize orada yaşanan vahşeti hisseden bir benlik bırakır.
Bu noktada bu belgeselde, özellikle Grierson’un vurguladığı şeyleri yoğun olarak görüyoruz. Sinemacının amacı bilgilendirmektir. Bir iletişim biçimi olan sinemayı sosyolojik bir araç olarak görmemiz gerekir. Resnais de bu ideolojiye göre bir film ortaya koyuyor. Sinemayı kitle iletişim aracı olarak kullanıyor ve bir propoganda belgesel ortaya koyuyor. Gerçekliğe karşı sorumluluk olarak adlandırdığımız etik değerini ise filmin başından sonuna kadar görüyoruz. Belgesel sinemada etik önce gelir, estetik sonraki meseledir. Özellikle arşiv görüntülerinin yoğunlukta verilmesi aslında gerçeğin kurgulanmadan bize aktarıldığını doğrular nitelikte. Aynı zamanda arşiv ve yeni görüntülerin bir arada verilmesi de yönetmenin, gerçek değerini bozmadan oluşturduğu bir estetik olarak da değerlendirilebilir.
Paul Rotha’nın dediği gibi, ‘’Yönetmen belgeselde sonuç arayıcı olmaktan çok, olayları bildirerek sonuç çıkarılmasında yol gösterici olmalıdır.’’ Bu belgeselde Resnais, bize sonucu anlamakta da çözümü bulmakta da geç kaldığımızı vurguluyor. Ancak sonuç çıkarabiliriz. Tam olarak da bu sonucu çıkarırken bize belgelerle birlikte yol gösterici oluyor. Böyle olaylar yaşandı ve biz buna duyarsızlaştık, unuttuk ve bir fotoğraf karesine sığdırdık. En azından unutulmaması gerektiğini ve duyarsızlaşmamamız gerektiğini vurguluyor.
Bir diğer noktada ise, bu belgeselin birçok sahnesi sansürlenmek istendi. Birçok festivalde gösterilmemesi için her şey yapıldı. Bu noktada şunu sormak gerekiyor; ‘’Yaparken sansürlenmeyen hareketler, topluma aktarılırken mi sansürlenmeli?’’ İşte propoganda yapısındaki belgesellerin ortak sorunu belki de bu. Olduğu gibi insanlara aktarılmak istenilen olayların, sürekli birileri tarafından bitirilmeye çalışılması. Ancak bu belgeselde farklı bir şey oldu. Sansürlenmesine izin verilmedi. Kadın saçlarından yapılan kıyafetleri üzerlerine giyerken utanmayan, insanların kemiklerinden sabun yaparken çekincesi olmayan insanların, mahkemede ‘’suçlu ben değilim’’ demesine şahit olduk. ‘’Yok etmeliyiz ama daha verimli bir şekilde.’’ Diyen Himmler’in savunmasına şahit olduk. Verimli şekilde yok etmelilerdi çünkü o mahkumlar her anlamda Nazi Almanya’sının ekonomi kapısıydı…
Belgeselin sonuna doğru, Resnais’in dediği şeyler insanı daha çok sorgulamaya itiyor. Mahkumlara neden bu akla hayale sığmayan vahşet yaşatıldı? Onların yüzü bizden farklı mıydı? Farklı olsa da bu, bu vahşet için sebep miydi? Neyin öfkesiydi bu? Peki, herkes ‘’Suçlu ben değilim.’’ derken, biz suçluyu nerede arayacaktık? Suçlu kimdi? Resnais, belgeselin evrensel mesajını bütün filme yaymış olsa da tam olarak mesajı burada veriyor.
Gece ve Sis İzleyici Yorumları
‘’Noktasına kadar- kesinlikle etkileyici belgesel.’’
‘’Kelimeler bu filmin gücünü ifade edemez.’’
‘’İzlemesi, izlediğim diğer filmlerden daha zor.’’
Sonuç olarak;
Resnais filmin verdiği mesajla tüm insanlığa sesleniyor. Unutmayın, unutturmayın diyor. Dokuz milyon kişinin ruhunun gezdiği bu krematoryumları unutmayın. Burası bir fotoğraf karesinden ibaret değil. Burada şu an duyamadığınız o ölüm çığlıkları atıldı. Hiçbiri olmamış gibi davranamayız. İnsan, kurgulanmış olmasını çok istiyor ama hepsi son derece gerçek. Resnais, tam olarak bu belgeseliyle insanları bu yönde düşünmeye itiyor.
Bu incelemeyi, belgeselde geçen bir cümleyle bitirmek istiyoruz zira mahkumların oradaki durumunu en iyi anlatan cümlelerden biri;
‘’Dikkat et, Tanrılar seni fark etmesin.!’’
BENZER YAZILAR
Bembeyaz (Pure White)- 2021
Necip Çağhan Özdemir'in ilk filmi Bembeyaz, 58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda.
IMDB'ye Göre Gelmiş Geçmiş En İyi Filmler Listesi
IMDb puanları ve beğenilerine göre tüm zamanların en iyi filmler listesi serimizin ilk on filmi.