Sigmund Freud'un "Uygarlığın Huzursuzluğu" kitabından yola çıkarak düzene ve insanların iç dünyasına bir bakış.

Binlerce yılın sanatsal, kültürel, sosyal birikimleri üzerine kurulan, bitmek bilmeyen “ileriye gitme” arzusuna rağmen neden “uygarlaşmak” insanlığa umduğu iç huzuru sağlamıyor? Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu eseri ve uygar insanın çözülemeyen huzursuzluğu üzerine düşünceleri.

Uygarlık ve Amacı

Uygarlık, eserde geçen Almanca karşılığıyla “die Kultur”, insanoğlunun gelişimiyle ortaya çıkan özgün ruhsal, sanatsal, yaratıcı eylemlerin bütünü olarak tanımlanabilir. Olumlu bir yönelime işaret eden bu kavramı barbar olanın aksi, bir toplumun ütopyaya en yakın hali olarak düşünebiliriz. Çoğu Latin dilinde “civilization” olarak geçen “uygarlık” ile ilgili ilginç olan şeyse, 18. yüzyıldan önce herhangi bir kaynakta bu kelimeye rastlamıyor oluşumuzdur.

Bu durumun sebebi insanların 1700’lerden önce uygarlaşmıyor olmasından ziyade, uygarlığın çeşitli olaylarla bağdaştırılan yapısıdır. Bunlardan biri de J.J Rousseau’nun “toplum sözleşmesi”dir. Doğal ortamlarında özgür yaşayan bireyler, toplumsal yaşama geçmek uğruna sahip olduğu güçten feragat eder. Toplumsal sözleşme, birbirini şiddet ve haksızlıktan korumayı amaçlayan insanların uzlaşmasına dayanır. Bu uzlaşma çevresinde belli değerler üzerine kurulu bir ilerleme vaat eder.

Bütün bu kavramları Freud’un çizdiği çerçeveye uyarlarsak uygarlık; “yaşamımızı hayvan atalarımızınkinden ayıran (değerler çerçevesinde), insanları doğadan korumak ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemek (ilerlemek) gibi iki amaca hizmet eden eylem ve düzenlemelerin toplamı”dır. Bu amaçlardan ilki olan insanı doğadan savunma, gün geçtikçe insanın daha da yaklaştığı ama hiçbir zaman “tam olarak” başaramadığı bir idealdir. Yine de kendini koruma amaçlı yapılan basit aletlerden, binlerce kilometre uzaktaki iki insanı birbirine bağlayan telefona; gün geçtikçe yaşam süresi uzayan insana kadar oldukça etkileyici bir yol kat edilmiştir. Ancak burada kritik olan, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleme amacıyla uygulanan yaptırımlardır.

“Düzen, tereddüt ve kararsızlığı engelleyen bir tür tekrarlanma takıntısıdır.” -Freud

Uygarlık, kurduğu bu düzen içerisinde insanlığın en doğal duygularından biri olan “saldırganlığı” bastırır, toplumun gücü karşısında zayıf düşürür,  içgüdülerini ve isteğini ele geçirerek yönlendirir ve bunun sonuçlarını gözetler. İşte acı, mutluluk ve uygarlığın huzursuzluğu da tam bu noktada başlar.

İnsanın Uygarlıktan Beklentileri

Toplumun ve günün sonunda bireyin yararına olacak etkili ve çağdaş adımlar atılması uygarlık tanımımıza uyar. İdeal düzene yaklaşmayı amaçlayan çeşitli projeler, dini ve ahlaki sistemler; beğenilse de beğenilmese de o toplumun medeni düzeyi hakkında önemli bir fikir verir. Ancak uygarlığı entelektüel ihtiyaçlar ve hedeflerle sınırlandırmak doğru değildir.

Bir topluluk vahşi hayvan tehlikesinden korkmuyor, temiz suya erişiyor, yaşamsal ihtiyaçlarını karşılıyor, tarlasını su basmıyor, çeşitli enerji kaynaklarını kullanıp hammaddelerden üretim yapıyorsa onu belli bir uygarlık düzeyine erişmiş sayarız. Bunlardan dolayı Freud, “güvenliği” ilk ve öncelikli beklenti olarak değerlendirir.  

İnsanların topluluk formuna geçişi aslında bireyin, azınlık kalma korkusuyla kendinden daha güçlü bir bütünün parçası olma arzusundan doğar. Birey çeşitli “haklar” karşılığında kaba kuvvetinden vazgeçer. İşte bu noktada eserde bahsedilen beklentilerden biri, “adalettir”. Ancak bu adalet arayışı ve adaleti sağlama ihtiyacı, etik olarak doğru olanı dayatmaz; bunu toplumun ve devletin inisaytifine bırakır. Adaletin belli bir zümrenin faydasına işlemeyeceğini, zayıflıktan ve iktidardan beslenmeyeceğini garanti eden herhangi bir kurum yoktur.

Son olarak, Freud’a göre, “gereksiz görünen şeylere, örneğin şehirlerde oyun ve hava alma alanı parklarda çiçek tarhlarının da bulunmasına ya da pencerelerin çiçek saksıları ile süslü olmasını uygarca bularak takdir ederiz.” Uygarlığın doğada beğendiğimiz ve takdir ettiğimiz güzelliklerin bir benzerini bize sunmasını, yapmamız gereken onca sorumluluğun arasında bize küçük “kaçış alanları” yaratmasını isteriz. Bununla birlikte temizliği yüceltir ve medeni buluruz. Tuvaletin icadından önceki dönemleri “barbar” bulur, sabun kullanmayı, deodorant sıkmayı ya da diş fırçalamayı uygarlık ölçütü sayarız. Temizliği doğada bulamasak da “düzen” kavramını doğadan alır ve bunu da medeniyet perspektifimizin içine alırız.

Peki uygarlık bütün bu taleplerimizi karşılar mı ve huzursuzluğumuz isteklerimizin olmamasından mı ibarettir?

Uygar İnsanın Acıları

Freud’a göre insanı mutsuz eden üç temel sebep vardır: doğanın üstünlüğü, bedenin zayıflığı ve devletin toplumun ilişkilerini düzenlemedeki yetersizliği. İlk iki sebep, insanoğlunun varoluşu gereği kabul etmek zorunda olduğu şeylerdir, her zaman bir doğal afet ya da günümüzde olduğu gibi bir salgın hastalık karşısında çaresiz kalacak ve bedenin sınırlılığı yüzünden huzursuz olacaktır. Ancak bunlardan üçüncüsü uygarlık ve insan arasındaki kritik ilişkiyi belirler.

İnsan, kendisi için yıpratıcı olsa bile diğer insanlarla birlikte olabilmek için içgüdülerinden vazgeçer, emek ve işbirliğine dayalı bir yapıya geçer. Toplumsal yaşamı ideale götüren uygarlık, insanın güven, adalet gibi beklentilerini karşılamadığı gibi içgüdülerinin bastırılması üzerine kuruludur.

Bunlardan ilki insanın bütün yaşamsal enerjisini işe ve gelişmeye yönlendirmesidir. Freud’un “libido” kavramı altında değerlendirdiği bu enerji; aileden, çocuklardan, arkadaşlardan çekilerek üretkenliğe ve verimliliğe yönlendirilir. Bu dayatma kapsamında uygar olma arzusu, insanları yönlendiren en temel dürtülerden biri olan cinselliği de etkiler. Çağlardan beri herhangi bir kısıtlamayla karşılaşmamış olan insana karşın Freud’a göre günümüz uygarlığı, “cinselliğe ancak bir erkekle bir kadın arasındaki çözülmez bağlanma temelinde izin verebileceğini, bir haz kaynağı olarak bunu tasvip etmediğini ve alternatif bir üreme kaynağı olmadığı için tahammül ettiğini” açıkça ortaya koyar.

Bastırılan bir diğer içgüdü ise saldırganlıktır. İnsan doğası gereği savaşçı ve mücadelecidir. Bu konuda eserde oldukça ikna edici bir örnek verilir: İnsanlar arası düşmanlığın önemli sebeplerinden biri özel mülkiyet olarak kabul edilir. Komünist rejime geçmeye çalışan Rusya, özel mülkiyeti kaldırsa da bu geçişteki psikolojik desteği, bu sefer burjuva kesimini yıkmaktan alır. Moğol halklarının istilaları, Haçlı Seferleri’nin vahşeti hatta 2. Dünya Savaşı’nda yaşananlar bile insanoğlunun saldırganlık eğiliminin örneğidir. 

İnsanlığın bu eğilimine karşın uygarlık, bireyden “komşunu kendisi gibi sevmesini” bekler. Ancak sistem şunun da farkındadır ki, “saldırganlıklarını yansıtabilecekleri başka bir toplum olduğu sürece pek çok insanı sevgi ile bağlamak mümkündür.” Saldırganlığın kaba sürümlerine karşı çeşitli tedbirler alsa da yasalar, şiddetin çok daha ince ve soyut yöntemleri karşısında çaresizdir; ki insanların bu düşmanlıkları sebebiyle uygarlık sık sık çökme tehlikesi geçirir.

İnsanın uygarlığın içindeki huzursuzluğunu bu temel sebeplere bağlayan Freud’a göre bu noktada mutluluğu da tekrar tanımlamak gerekir. Bir nirvana ya da bir iç huzurdan uzaklaşan mutluluk kavramı artık “dar anlamda, iyice birikmiş gereksinmelerimizin daha çok ani bir tatmini olup doğası gereği yalnızca kısa bir görüngü olarak mümkündür.” Eserin bir diğer bölümünde ise uygar insanın mutluluğu arama amacını nasıl gerçekleştirdiğini/gerçekleştirebileceğini anlatır.

Uygar İnsanın Mutluluk Arayışı

İnsan, bütün bu acıdan kaçmak, içgüdülerin bastırılmasının tehlikeli dışavurumlarından kaçınmak için çeşitli yollar dener. Değer yargılarını, mutlu olma ve mutlu kalma arzusu etrafında şekillendirir, kendini acıdan korumak için çeşitli yollar bulur.

Örneğin, gönüllü olarak kendini inzivaya çekmek. Aslında köklü inanışlarda da gördüğümüz bu izolasyon sayesinde birey, sorunlardan ve korku duyulan dış etkenlerden soyutlanabilir. Ya da acı kaynaklarımızdan biri olan doğa ile bilim, teknik aracılığıyla mücadele ederek kendini güçlü ve mutlu hissedebilir.

Ancak eserde en çok üzerinde durulan yöntemler, daha bedenimizle ve benliğimizle ilgili olanlar. Bunlardan biri olan keyif verici maddeler aracılığıyla çilelere karşı duyarsızlaşmak ve istendiğinde onlardan uzaklaşmak; bütün bu kimyasalların en bağımlılık yapıcı ve tehlikeli yönünü oluşturur aslında. Bunun yerine ise Freud, özellikle Uzak Doğu kültüründe önerilen yoga gibi meditasyon gibi doğal ve sağlıklı yöntemlerle, bize acı veren duygularımızdan arınmayı ve içgüdülerimizi köreltmeyi önerir. 

Büyük oranda işe ve emeğe yönlendirdiğimiz yaşamsal enerjimizin bir kısmını; devletten ve toplumdan etkilenmeyecek alanlara, entelektüel aktivitelere, sanata, bilimsel çalışmalara kaydırmak da insana haz verir. Bu yöntemle ilgili sorunlu gözüken tek şeyse, belli beceriler ve imkanlara sahip olan insanlar tarafından erişilebilir olmalarıdır. Bunun yanında sanatla, inançla, toplumla ilgili çeşitli hedefler belirlemek ve bunlara erişmek için “ümit” beslemek insanı acıdan bir nebze de olsa korur. Fakat bu amaçların sonuç vermemesi, insanın gerçeklikten kopabilmesi de ihtimaller arasındadır.

Bütün sıralanan yöntemler arasında en önemlilerden biri de “yaşam sanatı” olarak değerlendirilen “sevgi”dir. Sevgide kişi dış dünyaya sırt çevirmez; aksine, onun parçalarına sarılır ve bu nesnelere yönelen duygusal bir ilişki ile mutlu olur. Sevgi bireyselleşmeyi ve içe dönmeyi, uygarlık ise toplumsallaşmayı ve birleşmeyi istediğinden bu iki kavram arasında kaçınılmaz bir gerilim vardır. Ne var ki uygar olmak istememiz, yine insanlara karşı duyduğumuz sevgiden güç alır.

Uygarlığın insanı mutsuz ettiği noktalar olduğunu savunan Freud, buna karşılık acılardan kendimizi savunma yöntemlerimizin hepsinin de uygarlığın ürünü olduğunu öne sürer. Sefaletimizin faturasını uygarlığa kesmek, bunlar olmadığında daha mutlu olacağımız gibi bir yanılgıya düşürebilir insanı. Oysa:

“Benden yüzlerce kilometre ötede yaşayan çocuğumun sesini ne zaman istersem işitebilecek, arkadaşımın, uzun ve zahmetli yolculuğunu kazasız belasız atlatmış olduğunu gemisi demirledikten kısa bir süre sonra öğrenebilecek olmam olumlu bir haz kazancı, mutluluk duygusunda bir artış değil mi? Tıbbın bebek ölümlerini, doğum enfeksiyonlarını olağanüstü bir oranda azaltmayı uygar insanın ortalama yaşam süresini küçümsenmeyecek denli uzatmayı başarmış olmasının hiç mi anlamı yok? (s.47)”

Sonuç olarak insanlığın kaderini şekillendirecek şey, uygarlığın kattığı değerler ve iç huzursuzluğu arasında denge sağlamaya çalışan bireyin kararları olacaktır.

Kaynaklar:

Uygarlığın Huzursuzluğu, Sigmund Freud, Metis Yayınları, 2019

Sigmund Freud: Uygarlığın Huzursuzluğu, Fırat Caner, Girne Amerikan Üniversitesi, Mersin, Türkiye

Uygarlığın Huzursuzluğu-Sigmund Freud, Satı Selin Altıntaş, Başkent Üniversitesi

Sigmund Freud'un Uygarlık Anlayışı, Çağatay Tuzcuoğlu

Görseller:

https://www.behance.net/gallery/97451185/Freud?tracking_source=search_projects_recommended%7Cinstinct%20freud

https://www.behance.net/gallery/26863251/S-Freud?tracking_source=search_projects_recommended%7Ccivilization%20and%20its%20discontents%20freud

https://www.behance.net/gallery/29974831/Fast-Company-Unhappy-at-work?tracking_source=search_projects_recommended%7Cunhappy

https://www.behance.net/gallery/98755779/Illustrations-for-Takie-Dela-ADHD?tracking_source=search_projects_recommended%7Cunhappy%20system


BENZER YAZILAR

Tercümân-ı Ahvâl: İlk Özel Gazete

Osmanlı Dönemi’nin devlet desteği almadan yayınlanan ilk özel gazetesinin yayın hayatı ve imza attığı ilkler.

5 Atasözü ve Deyimin Ortaya Çıkış Hikayeleri

Günlük hayatta sıkça kullanılan atasözleri ve deyimlerden birkaçının ortaya çıkış hikayeleri.


Paylaş