Bu yazıda Orhan Pamuk’un romanları aracılığıyla geçmişin ve günümüzün İstanbul’unda kısa bir yolculuk vadediyoruz.

Bazı kitapları meydana getiren, onlara dokusunu veren şehirlerdir: Kayıp Zamanın İzinde’de Paris satır satır işlenir, Ulysses’i bitirdikten sonra kendinizi adeta Dublin’in bir sakini gibi hissedersiniz. Bazı yazarlar için de aynı şey geçerlidir, bir şehir onların esin kaynağı olur ve kalemlerinden dökülen her sözcükte şehrin büyüsü hissedilir. İşte Orhan Pamuk için İstanbul böyledir.

Hatta onun için İstanbul’un ne anlama geldiği sorulduğunda şöyle cevap verecektir: “Ben dünyayı İstanbul’da tanıdım. Her yazar insanlığı anlatır aslında, şehrini değil. Ben insanlıkla İstanbul’da tanıştım.”

Bu yazıda,

-Benim Adım Kırmızı aracılığıyla 17. yüzyıl İstanbul’unda Osmanlı günlük yaşayışını ve resim sanatını,

-Kafamda Bir Tuhaflık üzerinden Beyoğlu sokaklarını ve kaybolmaya yüz tutmuş sokak satıcılığı geleneğini,

-Masumiyet Müzesi ile Nişantaşı semtinde bir dönemin seçkin tabakasının yaşayışını inceleyeceğiz. 

Benim Adım Kırmızı: 1600’lerde İstanbul ve Ortaçağ İslam Resmi

İstanbul’un son yüzyılı hakkında birçok roman, inceleme, öykü yazılıp çizilmiştir ancak Osmanlı İstanbul’unu ve 17-18. yüzyılları anlatan çağdaş yazarımız azdır. Bunun sebebi elbette ki tarihi roman yazmanın ve o döneme ait güvenilir kaynak bulmanın zorluğudur. 

Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı’da Kara, Şeküre, Üstat Osman, Orhan gibi karakterler üzerinden o dönem İstanbul’unun dini, siyasi ve sosyal bir portresini çıkarır. Bunu yaparken ana tema Ortaçağ İslam Resmi ve minyatür sanatı olsa da o tarihlerde halkın yaşayışına ve İstanbul’a ait birçok ayrıntı sunulur. Baş kahraman Kara karlı İstanbul sokaklarında yürür, Haliç’e bir bakış atar, Ayasofya Camii’nin önünden geçer, hatta Saray’a girip padişahın huzuruna çıkar. Orhan Pamuk’u tarihi romanda başarılı yapan unsur, “geçmişi, o geçmiş içinde yaşayan kahramanların gözünden görebilmesidir.” 

Kara’nın padişahın huzuruna çıkmak için Babüsselam’dan geçerken hissettiklerini okuduğumuzda biz de ürpeririz: “... cennete girmiş birinin hissedeceği mutluluğu değil de bir korku ve huşu duyuyor, cihanın temeli olduğunu şimdi çok iyi anladığım padişahımızın basit bir kulu olduğunu hissediyordum.”

Romanın bir diğer hayranlık verici özelliği de, tasvir edilen her türlü nesnenin; nakışlı kahve tepsisinden kırmızı çuhadan yeleğe, sapı balık dişinden kalemtıraştan, kapaklı hoşaf tasına o dönemin İstanbul’unu gerçeklikle yansıtmasıdır. Orhan Pamuk, “Romanıma, dönemin belgelerinde, kayıtlarında ya da resimlerinde karşılaşmadığım hiçbir şeyi koymadığımı, kumaşının en hakiki ipekten yapıldığını söyleyen zanaatkâr gibi gururla ekleyeyim.” diyerek romanı için adeta bir dedektif titizliğiyle çalıştığını ortaya koyar. Bu nedenle de biz okurlar romanı okurken kendimizi birdenbire 1600 yılında karlı bir kış gününde Esir Pazarı’nda bir çorbacıda bulabiliriz. 

Kafamda Bir Tuhaflık: Beyoğlu ve Sokak Satıcıları

Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık’ta belki de pencereden iple sepet sarkıtıp alışveriş yapan son insanların yaşadığı bir dönemi anlatıyor: 20. yüzyılın son yıllarını. Romanın baş kahramanı Mevlut önce babasından görüp öğrendiği yoğurt satıcılığı ile satıcılık hayatına başlıyor.

Sabahın erken saatlerinde, şehrin kenar mahallesindeki evlerinden babası ile beraber çıkar, yoğurt tepsilerini omuzlarının üzerindeki sırıkta dengeleyerek şehre doğru ağır adımlarla yürürler. Mevlut yoğurt satmak için Tarlabaşı ve Dolapdere’deki sokakları arşınlarken, lokantalara, bakkallara, ev hanımlarına yoğurt verirken biz de İstanbul’daki hayatın akışına ve gürültüsüne kapılırız:

-“Yoğurtçu, bana bak, ekşi değil, değil mi yoğurdun? Koy bakalım şu tabağa biraz. Terazin hileli değil. Değil mi?”

-“Asansörü satıcılara apartman yöneticisi yasakladı. Anladın mı?”

-“Yoğurtçuu, radyo çalıyordu, sesini ancak duyduk, gelecek sefer geçerken daha çok bağır e mi?”

Bir süre sonra gittikçe büyüyen yoğurt üreticileri karşısında iş bulamayan Mevlut üç tekerlekli bir dondurma arabası alır ve dondurma satmaya başlar. Mevlut her akşam Tarlabaşı’nın yukarı taraflarından İstiklal Caddesine ve oradan da Sıraselviler’e doğru dondurma arabasını iterek giderken biz de sokakta oynayan çocuklara, cami avlularındaki ihtiyarlara, akşam yemeği için masaya oturmuş ailelere merakla bakarız. Her gece 10 buçuk civarı, kovanın dibindeki dondurma bitmek üzereyken Mevlut İstanbul’un on binlerce aydınlık penceresine bakan bir merdiven sahanlığının önüne gelir, buradan Boğaz’dan geçen petrol tankerlerine ve minareler arasındaki mahyalara bakar. Böyle bir manzarayı daha önce görüp büyülenmiş olan biz okurlar da birer Mevlut olup İstanbul ile bütünleşiriz.  

Kış gelip de kimse dondurma almamaya başlayınca bu sefer boza işine girer. Şehre karanlık çökmeye başlayınca Kasımpaşa, Dolapdere semtlerinden başlar, Atatürk Köprüsü’nü geçerek Zeyrek’e ve oradan da arka sokakları kullanarak Fatih’e uzanır. 

Evlerin yarı karanlık pencerelerine bakarak biri camı açıp boza ister umuduyla “Booo-zaaa” diye bağırarak şehrin kuytu köşelerinde dolaşır. Boza satmak onun için yalnızca bir iş değil, aynı zamanda kapalı kapıların ardındaki gizli yaşamları hayal etmenin, sokakların büyüsünü solumanın ve İstanbul’u içinde hissetmenin bir yoludur: “...boza sattığı geceler, hiçbir pencerenin açılmadığı, hiç kimsenin boza almadığı en boş sokakta bile Mevlut’un canı sıkılmazdı. Yürürken hayal gücü çalışır, cami duvarları, yıkılmakta olan ahşap evler, mezarlıklar bu dünyanın içinde gizli bir başka âlem olduğunu hatırlatırdı Mevlut’a.”

Masumiyet Müzesi: 1975-2004 arası İstanbul yaşantısı 

Masumiyet Müzesi salt bir aşk romanı değildir. Orhan Pamuk bu romanda Nişantaşı’ndaki zenginlerin yaşamını ve İstanbul’un 1975’lerden itibaren geçirdiği sosyal ve siyasi değişimleri adeta edebi bir belgesel tadında anlatır. Kemal’in Füsun’a duyduğu aşk; o dönemin günlük hayatını, ev yaşantısını, kullanılan eşyaları anlatmak için bir nevi araç olmuştur, aslolan ise İstanbul’dur. Kemal’in Füsun’a ait olan veya onu herhangi bir şekilde hatırlatan her eşyayı takıntılı biçimde saklaması sayesinde o dönemin İstanbul’una dair en küçük ayrıntılara bile sahip oluruz. 

Nişantaşı sokaklarında elinde Masumiyet Müzesi kitabı ile Merhamet Apartmanı’nı arayan, Şanzelize Butik’in gerçekten var olup olmadığını soran, Alaaddin’in dükkanında Alaaddin Bey ile konuşunca heyecanlanan okurların olması Orhan Pamuk’un ne denli gerçekçi bir İstanbul tasviri yaptığının kanıtıdır. Bu romanı okuyan kişi Beyoğlu’ndaki İnci Pastanesi’ne gittiğinde gözleri mutlaka Füsun ile Kemal’i arayacak, Çukurcuma’ya bir akşam vakti yolu düşerse, aynı saatlerde Kemal’in “kalkamama buhranları”na kapıldığı hatrına gelecektir. 

Kitaba ek olarak Çukurcuma’da yer alan Masumiyet Müzesi romanın geçtiği dönemdeki yaşayışa ait zengin bilgi ve belgeler sunar. Romanda adı geçen en ufak nesnenin- hatta tarçınlı tavukgöğsünün bile- müzede sergileniyor olması okurun gerçeklik duygusunu daha da güçlendirir. 

Sonuç

Orhan Pamuk romanlarında başta Nişantaşı, Beyoğlu ve Fatih olmak İstanbul’un her semtini sokak sokak işlemiş, kahramanlarını halkın her tabakasından seçerek eksiksiz bir İstanbul portresi sunmuştur.  

Görsel Kaynaklar

Orhan Pamuk- Bir Kentin İzindeki Romancı Röportajı - https://www.youtube.com/watch?v=AHNm0ptOMnA&t=1370s

Orhan Pamuk- https://www.timesofisrael.com/orhan-pamuk-anxious-observer-of-the-new-turkey/

Benim Adım Kırmızı- https://www.araguler.com.tr/tr/istanbulphotos3.html

Yoğurtçu- https://www.araguler.com.tr/tr/istanbulphotos3.html

Bozacı- https://i.pinimg.com/originals/e9/6d/54/e96d54ecd2851f2bcb8a722a6f874aa5.jpg

Masumiyet müzesi-  https://www.hurriyet.com.tr/seyahat/gercek-ve-hayalin-ic-ice-gectigi-yer-masumiyet-muzesi-40576202

Yazılı Kaynaklar

Orhan Pamuk, İstanbul- Hatıralar ve Şehir https://www.yapikrediyayinlari.com.tr/istanbul-hatiralar-ve-sehir.aspx

Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı https://www.yapikrediyayinlari.com.tr/benim-adim-kirmizi.aspx

Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tufahlık https://www.yapikrediyayinlari.com.tr/kafamda-bir-tuhaflik.aspx

Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi https://www.yapikrediyayinlari.com.tr/masumiyet-muzesi.aspx 


BENZER YAZILAR

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski ve Edebiyat Hayatı

"Yeni bir adım atmak, yeni bir kelime söylemek, insanların en fazla korktuğudur." Fyodor Mihayloviç Dostoyevski


Paylaş